MİLLİYETÇİLİĞİN ELEŞTİRİSİ

 

19. yüzyılın sonlarında imparatorluk yapılarının zayıflamaya başlamasıyla kendini gösteren ve özellikle 20. yüzyılın başlarında oldukça popüler hale gelip bu yüzyılın ilk yarısında dünya siyasetini büyük ölçüde domine eden milliyetçi ideoloji, küreselleşmenin siyasi, sosyal ve ekonomik alanda oldukça etkili olduğu günümüz dünyasında hâlâ varlığını sürdürmekte ve küreselleşmenin yükselişiyle birlikte gittikçe azalacağı öngörülerinin aksine hâlâ pek çok ülkede ciddi sayıda insanın siyasi kanaatini ve dünya görüşünü temsil etmektedir. Bu yazıda milliyetçi ideolojinin ve bu ideolojinin üzerine kurulu olduğu felsefenin neden anlamsız ve tehlikeli olduğunu açıklamaya çalışacağım.

Özü itibariyle kolektivist bir ideoloji olan milliyetçilik, temel olarak tarihsel olguların ve insan toplulukları arasındaki farklılıkların millet (ulus) kavramı üzerinden ele alınıp anlaşılabileceği yönünde bir düşünce üzerine kuruludur. Bu düşünceye göre “millet” denen yapı, ortak dil, ortak kültür ve gelenekler, ortak alışkanlıklar gibi şeylerin etrafında bir araya gelmiş doğal ve homojen bir insan topluluğunu ifade etmektedir ve her milletin dil, kültür, gelenek, yaşam tarzı gibi kendine özgü özellikleri, o millet içerisindeki insanların kimliğini belirleyen yegane unsurlardır. Milliyetçi ideoloji buradan hareketle milletlerin var oluşunun zorunlu şartı olan milli ögelerin ve bir takım milli hedef ve menfaatlerin o milleti meydana getiren bireylerin kişisel menfaatlerinden daha üstün olduğu ve ne pahasına olursa olsun bir milletin milli unsurlarının yaşatılması gerektiği, aksi takdirde o milleti meydana getiren insanların var olmalarının bir anlamı olmayacağını iddia etmektedir.

Sosyolojik açıdan baktığımızda milliyetçilik, bir insanın zihniyetini, davranış biçimini, zevklerini ve yaşam tarzını belirleyen şeyin temelde o insanın milli kimliği olduğunu iddia etmekte ve buradan yola çıkarak insanları insan yapan asli unsurun millet kavramı olduğunu ileri sürmektedir. Buradaki temel hata, “millet” kavramının oldukça belirgin ve homojen bir yapı olduğu ve kendisini oluşturan bireylerin ötesinde, bağımsız bir var oluş biçimin olduğu varsayımıdır. Bir milletin kendine has özellikleri, o millete mensup insanlardan ayrılamaz şeyler olarak tasvir edilmekte ve belli bir millete mensup olan tüm insanların o millete has olduğu söylenen bu özellikleri aynı şekilde yansıtması gerektiği, o milletin mensupları arasındaki benzerliklerin farklılıklardan çok daha fazla ve belirgin olduğu, belli bir millet içerisinde doğan bir bireyin doğal olarak içerisinde doğduğu millete ait olduğu ve o milletin “milli” yapısına uygun olmayan özelliklere sahip olamayacağı ileri sürülmektedir. Bu iddianın doğru olup olmadığını anlayabilmek için milliyetçi ideolojinin “ortak milli özellikler” olarak adlandırdığı şeylerin neler olduğuna ve bunların gerçekten bireyi var eden temel şeyler olup olmadıklarına bakmalıyız. Milliyetçilerin bir milleti oluşturan ortak milli kimlik unsurları olarak tanımladıkları şeyler ortak dil, ortak din, ortak tarih, ortak gelenekler ve ortak yaşam tarzıdır. Peki bu unsurlar bireyin var oluşunu doğal olarak belirleyebilecek şeyler midir? Öncelikle bütün bu unsurlar bireylerin var oluşunu doğal olarak, adeta bir doğa yasası gibi belirleyebiliyor olsaydı, bireylerin potansiyel olarak içerisinde dünyaya geldikleri milletin milli unsurlarından başka unsurlarla hiçbir şekilde etkileşime girememeleri, onlarla kendilerini ifade edememeleri ve deneyimlerini aktarmak için başka milletlere ait unsurları kullanamamaları gerekirdi. Başka bir deyişle her milletten bireylerin var oluşunun esas temeli olduğu iddia edilen milli unsurların, farklı milletlerden insanları birbirlerinden bütünüyle izole bir var oluşsal konuma yerleştirmesi, farklı milletlere mensup insanlar arasında iletişimin, ortak kişilik özelliklerinin, ortak duygu ve deneyimlerin hiçbir şekilde mümkün olmaması gerekirdi. Diğer taraftan milletlerin ayırt edici unsurları olarak ileri sürülen özellikler yalnızca belli bir milletle sınırlı olsaydı, herhangi bir evrensel değerler bütününden ve evrensel zevklerden de söz edilemezdi. Fakat farklı milletlerden insanların hem birbirleriyle anlamlı bir şekilde iletişim kurup bu iletişimi geliştirebilmeleri hem de insan sağduyusunun kabul ettiği evrensel insani değerleri idrak edebilmeleri, evrensel insan kimliğinin milli kimliklerin ötesine geçtiğinin ve dolayısıyla insanların mensup oldukları milletin ayırt edici denebilecek bir takım unsurlarının, insanların var oluşunu belirleyen temel unsurlar olmadıklarının kanıtıdır.

Buna milliyetçiler tarafından yapılan itiraz, milli kimliklerin ötesine geçen evrensel bir insan kimliği ve insani değerler olsa da milli unsurların hâlâ belli bir millet içerisindeki insanları karakterize eden ve onları diğer milletlerden insanlara karşı anlamlandırılabilir ve ayırt edilebilir bir yere koyan unsurlar olduğu, insanların hiçbir zaman bu unsurlardan bağımsız olamayacakları, dolayısıyla onların esas kimliğini oluşturan bu unsurların korunmasının hayati olduğu şeklindedir. Bu itirazdaki hata ise bireylerin içerisinde bulundukları milletin milli özelliklerinin onların var oluşunu belirleyen en temel unsurlar oldukları ve bireylerin maksimum faydaya ancak içerisinde bulundukları milletin milli unsurlarına sadık kalarak ulaşabilecekleri şeklinde bir varsayımı barındırıyor olmasıdır. Öncelikle bu düşünce doğru olsaydı bireylerin içerisinde bulundukları milletin kültürel ögelerinden farklı ögelerin onlar için daha faydalı ögeler haline gelmesinin hiçbir şekilde mümkün olmaması gerekirdi. Fakat belli bir millete ait özellikler, o milletin bir üyesi olan bireyler için hiçbir zaman zorunlu olarak en faydalı unsurlar değildir. Bireyler kendi kişisel zevkleri ve kabiliyetleri doğrultusunda kendilerine daha çok fayda sağlayacak başka unsurlar bulabilirler ve belli bir toplumda çeşitli ögelerin o toplumun milli karakterine uygun olmadığı gerekçesiyle engellenmesi, o toplumdaki bireylere fayda değil, zarar verecektir. Örneğin belli bir toplumda bazı müzik enstrümanlarının çalınmasının ya da bazı müzik türlerinin icra edilmesinin o toplumun milli değerleriyle örtüşmediği gerekçesiyle yanlış karşılandığını, hatta yasaklandığını düşünelim. Bu durumda o enstrümanlara doğal bir kabiliyeti bulunan ve söz konusu enstrümanları çalma imkanına sahip olması durumunda toplum tarafından tasvip edilmeyen bir müzik türünde başarılı bir sanatçı olabilecek kişiler, bu imkandan mahrum kalmış olacaklardır. Peki belli enstrümanların ve müzik türlerinin belli bir toplum içerisinde o toplumun milli değerlerine uygun olmadığı gerekçesiyle hoş karşılanmaması ve bundan dolayı bu enstrümanların ve müzik türlerinin o toplumda geniş bir yer edinememesi gerçekten o toplum için faydalı mıdır? Hayır, hiç faydalı değildir. Örneğin söz konusu enstrümanların ve müzik türlerinin o toplumda yaygınlaşması halinde bunun o toplumdaki insanlara ekonomik getirisi olacaktır. Söz konusu enstrümanların üretilip satılması ve bu enstrümanlarla yapılan müziğin bir piyasa oluşturması bir istihdam alanı yaratacak ve toplum içerisindeki pek çok insan bundan kazançlı çıkabilecektir. Söz konusu enstrümanların ve müzik türlerinin o toplumun milli değerleri ve kültürüne uygun olmadığı gibi gerekçelerle o toplumda yer edinememesi, bu faydayı mümkün kılmamaktadır. 
Milliyetçiliğin insan bireylerinin belli davranışlarının toplumun milli değerlerine uygun olmadığı gerekçesiyle kabul edilmemesi gerektiği yönündeki yaklaşımı, bireysel gelişimi ve buna bağlı olarak insani gelişimi de engellemektedir. İnsan bireyleri ancak yaratıcılıklarını ve kabiliyetlerini herhangi bir toplumsal ve siyasal baskıyla karşılaşmadan ortaya koyabildikleri sürece kendileri ve başkaları için maksimum faydayı yaratabilirler.

Milliyetçiliğin bir diğer ciddi hatası ise bütün kolektivist ideolojilerde olduğu gibi insan toplumunu homojen bir yapı, bir organizma gibi tasvir etmesi ya da insan toplumunun böyle bir yapıda olması gerektiği yönünde bir anlayışı savunmasıdır. Böyle bir durum, insan doğasına tamamen aykırıdır. Zira insan bireyleri, koloni halinde yaşayan hayvanlar gibi her biri tamamen aynı davranışları tekrarlayan ve kendilerine ancak bu şekilde fayda sağlayabilen varlıklar değil; her biri farklı zevklere, farklı eğilimlere, farklı yeteneklere sahip varlıklardır. İnsani gelişim yalnızca her biri farklı becerilere ve zevklere sahip olan bireylerin farklılıklarını özgürce ortaya koyabilmeleriyle mümkündür. Çünkü insani yaratıcılık, kurgusal bir kolektif zekadan değil, her zaman için bireysel zekadan, bireysel yaratıcılıktan ve bireysel farklılıktan kaynaklanır. Bireyin ortaya koyduğu ürünler belli ölçüde içerisinde bulunduğu toplumdan izler taşıyabilecek olsa da o ürün temelde tamamen bireysel yaratıcılığın ürünüdür ve ancak bireyin kendini ifade edebilmesi konusunda tam bir özgürlük içerisinde bulunmasıyla mümkündür. Yalnızca belli bir doğrultuda düşünmeye ve yaşamaya zorlanan bir birey hiçbir zaman maksimum kapasitesini ortaya koyamaz ve kendisi mümkün olan en yüksek kişisel başarı ve tatmin düzeyine ulaşamayacağı gibi topluma da mümkün olan maksimum faydayı sağlayamaz. Esas olarak toplumun faydası da tamamen bireyin özgürlüğü ile alakalıdır. Mevcut bireysel kapasitesini ve yaratıcılığını en üst düzeyde ortaya koyma fırsatına sahip olan birey, başkaları için de en üst düzeyde kaliteli ürünleri ve eserleri ortaya çıkarır.

Milliyetçi ideolojinin bir başka ciddi hatası ise aynı millete mensup olan insanlar arasında ortak dil ve kültür gibi unsurlardan dolayı doğal bir bağ olduğunu ve bu yüzden aynı milletten olan insanların başka milletlerden insanlara kıyasla birbirlerine doğal olarak daha yakın olduklarını iddia etmesidir. Bu iddiadaki hata ise ortak dil ve ortak kültür gibi unsurların insanlar arasında duygusal bir yakınlık oluşturmak konusunda evrensel insani değerlerden daha güçlü bir etkiye sahip oldukları düşüncesidir ki bu açıkça yanlıştır. Söz gelimi hiç birimiz güvenilmez bir insanı ya da bir suçluyu sırf bizimle aynı dili konuştuğu için kendimize yakın hissetmeyiz. Güvenilir ve evrensel insani erdemlere sahip olan ve bize iyi davranan bir insanı ise bizimle aynı milletten olmasa bile kendimize yakın hisseder, onunla aynı dili konuşmuyor ve onu hiç anlamıyor olsak bile onu kendi dilimizi konuşan bir suçludan çok daha fazla takdir ederiz. Bazı insanlar bütünüyle ön yargılı bir yaklaşımdan dolayı kötü karakterli insanlara sırf kendileriyle aynı milletten oldukları için sahip çıksalar ve onları sırf bu yüzden diğer milletlere mensup olan iyi karakterli insanlardan üstün tutsalar da evrensel sağduyu bize insanları etnisite, anadil vs. gibi tesadüfen sahip oldukları özelliklere göre değil, yalnızca başkalarına karşı olan tutum ve davranışlarına göre yargılamamız gerektiğini öğretir. Kötü karakterli bir insanı sırf bizimle aynı milletten olduğu için kendimize daha yakın hissetmemizi ve onun çıkarlarını diğer milletlere mensup insanların çıkarlarından daha çok önemsememizi gerektirecek bir sebep yoktur. Ortak dil, ortak kültür, ortak inanç vs. gibi unsurlar hiçbir zaman insanlar arasında duygusal bir yakınlık oluşturmak konusunda evrensel insani değerler ve erdemlerden daha güçlü olamaz. Milliyetçiliğin burada sözünü ettiğimiz hatası, onun ırkçılığa yol açan yönünü oluşturur. Aynı millete mensup olan insanların karakterlerine bakılmaksızın başka milletlere mensup olan insanlara kıyasla birbirlerine daha yakın oldukları ve dolayısıyla diğer milletlere mensup insanlara karşı birbirlerinin çıkarlarını korumaları gerektiği düşüncesi, insanlara karakterlerine göre değil, mensup oldukları etnik grup, ulus ya da konuştukları dil gibi tamamen rastlantısal olarak sahip olunan ve hiçbir ahlaki niteliği olmayan özelliklerine göre değer biçilmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu düşüncenin ulaştığı nihai sonuç ise insanların kendi milletlerinden olan kişileri karakterlerine bakmaksızın başka milletlere mensup insanlardan daha değerli ve daha üstün görmeleri, yani ırkçılıktır.

Bununla bağlantılı olan bir diğer problem ise milliyetçi ideolojinin tarihi ve küresel siyaseti farklı milletler arasındaki bir çatışmaymış gibi görmesidir. Buna göre tarih, farklı milletlerin birbirlerine üstünlük sağlama çabasıdır ve ülkelerin bu amaçla savaşmaları ve başka ülkeleri istila edip kolonileştirmeleri olağan bir durumdur. Bu anlayış, farklı milletler ve genel olarak tüm insanlar arasında gönüllü alışverişe dayalı bir barış durumunu inşa etmek mümkünken insanlığı sonuç itibariyle hiç kimseye faydalı olmayan yıkıcı savaşlara sürüklemekte, savaşı normal ve olağan bir şeymiş gibi göstermektedir. Bu anlayışın sebep olduğu dünya savaşları, geride halklara hiçbir faydası olmayan ve yalnızca bu ideolojiyi kullanarak insanları kendi çıkarları doğrultusunda manipüle eden ya da insanları kendi aptallıklarına kurban eden bir grup elitin çıkarlarına ve gerçek dışı fantezilerine hizmet eden acılar ve yıkımlar bırakmıştır. Bunun aksine 20. yüzyılın ortalarından itibaren gelişmeye ve yerleşmeye başlayan küresel liberal ekonomik düzen, ülkeler arasında barışa dayalı bir gönüllü alışveriş durumunu yaratarak daha önce milliyetçi ideolojinin sebep olduğu tüm tahribatı onarmış ve bu ideolojinin geçmişte güçsüz ve sefil bıraktığı ülkeleri bugün dünyanın en özgür ve müreffeh ülkeleri haline getirmiştir.

Ekonomik açıdan ise milliyetçilik, tamamen ulus devlet sınırları içerisinde tekel olma amacı güden bazı kötü niyetli şirketlerin ve tüccarların çıkarlarını yansıtan bir düşüncedir. Ulus devlet sınırlarının bulunmadığı bir dünyada üreticiler ve satıcılar birbirleriyle çok daha doğrudan bir rekabet içerisinde bulunacakları için kalitesiz ürün üreten üreticiler ve başarısız satıcılar çok daha hızlı şekilde iflas edecek ve tüketiciler çok daha hızlı bir şekilde kaliteli ve ucuz ürün ve hizmetlere ulaşabileceklerdir. Milliyetçilik ise ulus devlet kavramını doğal bir şeymiş gibi göstererek ulus devletler içerisinde tekel olma amacı güden şirketleri ve tüccarları dışarıya karşı koruyarak her bir ulus devlet içerisindeki tüketicileri o ulus devletin tekellerine mahkum etme amacıyla hareket eder. Örneğin X ülkesinde üretilen bir ürünün daha kalitelisi ve daha ucuzu Y ülkesinde üretiliyorsa X ülkesindeki tüketici kendi faydası açısından Y ülkesinde üretilen ürünü tercih edecek ve bu durumda X ülkesindeki üretici bir süre sonra kaçınılmaz olarak iflas edecektir. Bu durumda X ülkesindeki üretici kendisini Y ülkesindeki üreticiden korumak için ya Y ülkesinde üretilen ürünün X ülkesinde satışını devlet gücüyle yasaklamak ya da o ürüne çok ağır vergiler getirilmesini sağlayarak o ürünün X ülkesindeki satışını mümkün olduğu kadar zorlaştırmak zorundadır. Böylece X ülkesindeki tüketicileri kendi pahalı ve kalitesiz ürününü satın almaya mecbur bırakarak ayakta durabilecektir. Milliyetçilik ekonomik açıdan bu işlevi görür ve bu durum halkın yerli üreticilerin ürünlerini satın alarak ülkelerine sahip çıkmaları gerektiği, bunun milli bir vazife olduğu şeklinde boş sloganlarla da desteklenir.

 

SONUÇ

Milliyetçilik temel olarak insanlığın sağduyu ve rasyonalite açısından tam olarak olgunlaşmadığı belli bir ilkellik durumunun ürünüdür ve insanları tesadüfen sahip oldukları, ahlaki bir değer taşımayan rastlantısal özelliklerine göre sınıflandırıp yargılayarak ve insani gelişim için şart olan bireyselliğe, bireysel yaratıcılığa ve özgürlüğe ket vurarak insani gelişimi engelleyen ve insanları sonu gelmez bir savaş ve düşmanlık durumu içerisine sokan, insan aklının ve sağduyusunun kabul edemeyeceği bir düşüncedir. 

Yorumlar