Vergilendirme konusu, liberal teori içerisindeki önemli tartışma konularından biridir. Liberal gelenek içerisindeki düşünürlerin vergilendirme karşısında takındıkları tavır, bu geleneğin hangi noktasında bulunduklarına göre farklılık göstermektedir. Klasik liberaller ve liberteryenler çoğu zaman devletin yalnızca devlet tarafından yerine getirilmesi zaruri olan hizmetlerin finanse edilmesi için vergi alabileceği düşüncesindedir. Sosyal liberaller ise vergilendirmenin sınırlarının insani gelişim için kaçınılmaz olarak gördükleri ve bütünüyle piyasanın insafına terk edilmemesi gerektiğini düşündükleri eğitim, sağlık, barınma ya da işsiz ve engelli insanlar için minimum bir geçim standardının sağlanmasına yönelik işsizlik maaşı ve bakım parası gibi şeyleri kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğini düşünürler. Devleti bütünüyle gayrimeşru bir kurum olarak gören anarko-kapitalistler ise vergilendirmenin hiçbir haklılığının olmadığını savunmakta ve onu tamamen reddetmektedirler. Bu yazıda bu yaklaşımların vergilendirme konusundaki görüşlerini, bunları hangi gerekçelere dayandırdıklarını ve bu gerekçelerin geçerli olup olmadığını tartışarak klasik liberal ve özellikle liberteryen düşüncenin vergilendirme konusundaki yaklaşımının neden doğru ve makul bir vergilendirme yaklaşımı olduğunu göstermeye çalışacağım.
Klasik liberaller ve liberteryenler devlet kurumunu yalnızca
insanların evrensel haklarını korumakla görevli bir kurum olarak görmekte ve
devletin yalnızca bu görevini yerine getirebilmesini sağlayacak olan adalet,
güvenlik ve altyapı hizmetlerini sağlamak için vergi alabilmesinin meşru olduğunu
düşünmektedirler. Bu hizmetler, insanların bireysel özgürlüklerini
kullanabilmelerinin ön koşulunu oluşturmaktadır ve bir kamu otoritesi
tarafından tesis edilmemeleri durumunda insanların temel haklarının tehlikeye
girmesi durumu söz konusu olduğu için her insan temel haklarının korunmasının
garantisi olan bu hizmetler için vergi ödemekle yükümlüdür. Bununla birlikte
eğitim ve sağlık konuları da bir toplumun varlığını sürdürebilmesi için ciddi
öneme sahip olan konular oldukları ve dolayısıyla eğitim ve sağlık
hizmetlerinin de en azından temel bir düzeyde devlet tarafından sağlanması
gerektiği düşünceleri, pek çok klasik liberal tarafından kabul edilebilecek
düşüncelerdir. Fakat bunun dışında, toplumun tamamının yararlanmak zorunda
olmadığı ve açık bir şekilde toplumun tamamının çıkarına olmayan bir takım
dini, kültürel, sanatsal vs. kurumların halkın tamamının vergileriyle finanse
edilmeleri, klasik liberaller ve liberteryenler tarafından doğru
bulunmamaktadır.
Sosyal liberaller ise genellikle daha genişletilmiş bir
vergilendirme sistemini savunurlar. Onlara göre devletin yalnızca güvenlik,
adalet ve altyapı gibi hizmetleri üstlenmesi, insanlar arasında fırsat eşitliği
sağlamak için yeterli değildir. Sosyal liberaller eğer her insanın kendi bireysel
kapasitesini geliştirip kendi bireysel mutluluğunu tesis etme haklarının
olduğunu kabul ediyorsak devlet tarafından sağlanan kamu hizmetlerinin fırsat
eşitliğine imkan tanıyacak ölçüde genişletilmesi gerektiği düşüncesindedirler. Örneğin
eğitime yatkın olan fakat maddi yetersizliklerden ötürü yüksek öğrenim görme
imkanı bulunmayan ya da elinde olmayan bir sebepten dolayı ciddi bir hastalığa
yakalanan ve ameliyat olması gereken insanların eğitim ve ameliyat
masraflarının da devlet tarafından karşılanması gerektiği düşüncesindedirler.
Yine kendisine bakmaktan aciz olan hastaların, talihsiz bir kaza sonucu bir
daha çalışamayacak şekilde sakatlanan insanların ve iş bulamadığı için ailesini
geçindiremeyen insanların da hayatlarını devam ettirmek için devlet tarafından
finansal olarak desteklenmeleri gerektiği söyleyebilirler.
Liberal gelenek içerisindeki en radikal vergi karşıtlığını
ise anarko-kapitalizm temsil etmekte ve vergilendirmeyi bütünüyle
reddetmektedir. Anarko-kapitalist düşünce vergilendirmenin tümden reddini temel
olarak vergilendirmenin ahlaki olmadığı tezi üzerinden gerekçelendirmeye
çalışmaktadır. Buna göre vergi temelde insanlardan rızaları dışında alınan bir
paradır. Fakat bir insan kendisine ait olan herhangi bir şeyi rızası dışında
bir başkasına vermek zorunda değildir. Bir insana ait olan bir şeyi ondan
rızası dışında almak hırsızlıktır. Bu nedenle vergi de insanlardan rızaları
olmadan zorla alınan bir para olduğu için özünde hırsızlıktır ve meşru
değildir. Anarko-kapitalizmin mutlak vergi karşıtlığındaki problem,
vergilendirmenin tamamen normatif bir perspektiften ele alınıp meselenin pratik
boyutunun göz ardı ediliyor olmasıdır. Vergilendirmenin bütünüyle normatif bir
bakış açısından reddinin makul olabilmesi ancak vergilendirmenin hiç olmadığı
(ve dolayısıyla devletin olmadığı) bir durumda toplumsal düzenin daha iyi bir
şekilde işlediği ve insanların refah ve mutluluğun arttığının gösterilmesiyle
mümkündür. Çünkü ahlaki olduğu ileri sürülen bir durum insan için olumsuz
sonuçlar yaratıyorsa onun ahlaki olduğunu ileri sürmek anlamsız olacaktır. Dolayısıyla
anarko-kapitalistler yalnızca vergilendirmenin ahlaki olmadığı noktasından
hareketle vergilendirmeyi reddetmenin kabul edilebilir bir tutum olduğunu
kanıtlayabilmek için bize devletin ve dolayısıyla vergilendirmenin olmadığı bir
durumda toplumsal düzen, uzlaşı ve insani mutluluğun devletin ve
vergilendirmenin olduğu duruma kıyasla daha iyi çalıştığını
gösterebilmelidirler. Bu noktada anarko-kapitalizme karşı ileri sürülebilecek
ilk eleştiri, anarko-kapitalist bir düzenin tarihsel süreçte hiç
deneyimlenmediği ve bu yüzden gerçekçi olmadığı olabilir. Fakat buna
anarko-kapitalizm cephesinden bu tarz bir düzenin henüz deneyimlenmemiş
olmasının böyle bir düzenin gerçekçi olmadığının ya da başarısız olacağının
kanıtı sayılamayacağı, çünkü bunu denemediğimiz sürece bilemeyeceğimiz cevabı
gelebilir. Bu durumda anarko-kapitalizmin pratikte olumlu sonuçlar doğurup
doğuramayacağını anlamak için meseleyi teorik olarak tartışmak durumundayız.
İlk problem, anarko-kapitalist bir düzende insanlar arasındaki gönüllü
ilişkilerin daha iyi bir şekilde yürüyüp yürümeyeceğiyle ilgilidir.
Anarko-kapitalistler vergilendirmenin ve dolayısıyla devletin olmadığı bir
durumda insanlar arasındaki gönüllü ilişkilere insanların rızası dışında müdahale
edebilecek bir otorite bulunmayacağı için insanların ticari ve insani
ilişkilerini tamamen kendi rızaları doğrultusunda çok daha iyi bir şekilde
düzenleyeceklerini ileri sürmektedirler. Fakat devlet otoritesinin yokluğunda
insanların kendi aralarındaki ilişkileri çok daha iyi bir şekilde
düzenleyebilecekleri iddiası, insanların başkalarına her zaman iyi niyetle
yaklaşacağı ve başkalarıyla olan ilişkilerinde karşılarındaki kişinin kurallarına
ve sınırlarına her zaman riayet edecekleri şeklinde bir varsayımı üstü kapalı
olarak barındırmaktadır. Bu varsayım, insan doğasına yönelik aşırı iyimser ve
gerçekçi olmayan bir yaklaşımı yansıtmaktadır. İnsanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen
ve insanlar başkalarının kişisel sınırlarını ve haklarını ihlal ettiklerinde
onları cezalandıran bir devlet otoritesinin yokluğunda insanların birbirleriyle
her zaman gönüllü ilişkiler içerisine gireceklerini düşünmemizi gerektirecek
bir neden bulunmamaktadır. İnsanların kişisel çıkar elde etme eğilimi her zaman
başkalarıyla gönüllü ilişkiler içerisine girmesini gerektirmemektedir. Örneğin
eğer bir başkasına ait olan bir nesneyi güç kullanarak o kişinin elinden almak,
o nesneyi karşılığında o kişiye başka bir şey vererek almaktan daha kolay ve
daha kazançlıysa ve güçlü olan kişiyi
güç kullanarak karşısındaki kişinin mülkünü haksız bir şekilde ele geçirmekten
alıkoyacak bir devlet otoritesi bulunmuyorsa güçlü olan kişinin karşısındakini
bertaraf edip ona ait olan şeyi zorla ondan almamasını gerektirecek bir neden
yoktur. İnsan davranışı her zaman başkalarıyla gönüllü ilişkiler kurmak
şeklinde kendini göstermez. Fırsat bulduğunda saldırganlık ve gasp şeklinde de
kendini gösterir. Bu problem, anarko-kapitalist bir düzende insanların
haklarının nasıl korunacağı problemini ortaya çıkarmaktadır. Anarko-kapitalistler
güvenliğin de özel şirketler tarafından sağlanmasından yanadırlar. Fakat bu
noktada da önemli sorunlar ortaya çıkmaktadır. Öncelikle saldırıya uğrayan ve
hakları gasp edilen insanlar güvenlik şirketlerinden hizmet alacak maddi
yeterliliğe sahip olmayabilirler. Diğer insanların bir başkası için gönüllü
olarak güvenlik hizmeti satın alması da anlamlı olmayacaktır. Çünkü bir başkası
için güvenlik hizmeti satın almak, bunu yapan kişiye bir çıkar sağlamamaktadır.
Diğer taraftan devlet otoritesinin yokluğunda insan haklarının korunması da
anlamsız hale gelmektedir. Çünkü bütün insanların sahip oldukları belirtilen
evrensel hakları bütün insanlar adına muhafaza edecek ve bu hakların ihlalini
suç olarak tanımlayabilecek bir otorite bulunmamaktadır. Bir şirket bunu
yapamaz. Kâr amaçlı bir kurumun kamu düzenini tesis etmek amacıyla her insanın
belli kurallara uymasını sağlayabilecek bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Bu
sorunun çözümü için yeryüzündeki her bir bölgenin güvenliğinin ayrı bir şirket
tarafından sağlanması fikri ileri sürülebilir. Fakat böyle bir uygulama da
olumlu sonuç vermeyecektir. Çünkü her bir şirketin korumasını sağladığı alan
içerisinde başka bir şirketin yetkisi olmayacak ve bu yüzden cezalandırma
konusunda ortak kriterlerin bulunması mümkün olmayacağı gibi belli bir şirketin
bölgesinde suç işledikten sonra başka bir şirketin bölgesine kaçan kişinin de
cezalandırılabilmesi mümkün olmayacaktır. Diğer taraftan insanlar arasındaki
uzlaşmazlıkların ortak bir yasal düzlemde çözüme bağlanması için toplum
içerisindeki her insan için aynı şekilde geçerli olması gereken yasaları genel
bir kamusal güçle uygulayacak bir otoriteye ihtiyaç vardır. Farklı özel
mahkemeler, özel olma statülerinden dolayı belli bir hukuk anlayışını
toplumdaki herkes için bağlayıcı kılabilme gücüne sahip olmayacaktır. Çünkü
insanlar kendisinden hizmet almadıkları bir özel kurumun kurallarına tâbi olmak
zorunda değildirler. Yollar,
kanalizasyon sistemleri vs. gibi altyapı hizmetlerinin sağlanması da
anarko-kapitalist bir sistemde oldukça problemlidir. Zira bu hizmetlerin
tamamen özel firmalar tarafından sağlanması durumunda insanların çoğu,
genellikle hiçbir zaman kullanmayacakları yollar ve kanalizasyon sistemlerinin
yapımı için para ödemeye gönüllü olmayacaktır. Bu durum da toplumsal yaşamın
sağlıklı bir şekilde, aksamadan devam etmesi için gerekli olan bu hizmetlerin
oldukça yetersiz kalmasıyla sonuçlanacaktır. Anarko-kapitalizm sözü edilen bu
sorunları çözememektedir. Dolayısıyla anarko-kapitalizmin yalnızca normatif bir
perspektiften hareketle ileri sürdüğü, vergilendirmenin özü itibariyle ahlaki
olmadığı ve bu yüzden hiçbir şekilde meşru olamayacağı yönündeki yaklaşımı
anlamlı ve kabul edilebilir değildir. Çünkü vergilendirmeyi ahlaki olmadığı
gerekçesiyle tümden reddetmek, pratikte çok daha büyük ve çözümlenemeyen
sorunlara neden olmaktadır. Toplumsal düzenin ve evrensel insan haklarının
korunması için zorunlu olan devlet kurumunun varlığı, devletin insanların temel
haklarının güvence altına alınması için gerekli olan kamusal hizmetleri yerine
getirebilmesini sağlayacak miktarda vergilendirmeyi gerektirmektedir. Bu
durumda üzerinde durulması gereken şey, vergilendirmenin meşru sınırlarının ne
olduğudur.
Sosyal devlet politikalarına önemli bir yer ayıran ve yer yer
sosyal demokrasiye yaklaşan modern liberalizm, vergilendirmenin insanlar arasında
fırsat eşitliği yaratmak ve dezavantajlı insanların dezavantajını ortadan
kaldırmak için insanların eğitim ve sağlık masraflarının finanse edilmesi,
işsizlere işsizlik maaşı bağlanması, engelli bireylere hayatlarını asgari
düzeyde devam ettirebilmelerini sağlayacak bir gelirin sağlanması gibi pek çok
sosyal politikayı kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Bu yaklaşım temel olarak toplum içerisindeki avantajlı insanların dezavantajlı
insanlara karşı bir sorumluluğunun olduğu ve onların dezavantajının giderilmesi
için fedakarlık yapmaları gerektiği düşüncesine dayalıdır. Buradaki temel problemler,
insanlardan başkalarına yardım etmek amacıyla rızaları dışında bir para (vergi)
alınmasının etik olup olmadığı, sürekli sosyal devlet politikalarının pratikte
sürdürülebilir olup olmadığı ve devlet eliyle yapılan yardımların gerçekten işe
yarayıp yaramayacağıdır. Sosyal devlet politikalarının belki de en sorunlu yönü,
bazı insanların çalışarak kazandıkları paranın onlardan vergi olarak alınıp
karşılıksız bir şekilde o para için çalışmamış olan diğer insanlara veriliyor
ya da onların ihtiyaçlarının finanse edilmesi için kullanılıyor olmasıdır. Bu
politikanın sebep olduğu olumsuz sonuç, bazı insanları kendilerine karşılıksız
verilen bir parayla yaşamaya alıştırması ve daha fazla insan bu şekilde
yaşamayı tercih ettikçe çalışan insanların sırtına daha fazla yük binecek
olmasıdır. Bu problemin çözümü olarak sosyal devlet harcamalarının sadece
dezavantajlı insanların asgari ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde tutulması
savunulabilir. Fakat asgari ihtiyaçların belirlenmesinde kullanılacak olan
kriter nedir ve yapılan sosyal devlet harcamalarının sürekli aynı oranda
kalacağını garanti eden bir şey var mıdır? Örneğin işsiz bir aileye sahip
oldukları tüm çocukların asgari ihtiyaçlarını karşılayacak kadar sosyal yardım
yapılması yönünde bir politika benimsenirse işsiz ailelerin sahip oldukları
çocuk sayısı arttıkça asgari geçimleri için yeterli olacak para miktarı da
artacaktır. Bu durum işsiz aileleri sürekli olarak kendilerine verilen sosyal
yardım parasıyla yaşamaya ve daha çok para almak için daha çok çocuk yapmaya
teşvik edebilir. Diğer taraftan bu, suistimale oldukça açık bir uygulamadır. Zira
devletin çoğu zaman aileye verdiği paranın gerçekten çocukların ihtiyaçları
için kullanılıp kullanılmadığını takip edebilmesi mümkün değildir. Devlet bunu
takip edecek memurlar görevlendirse bile bu memurların varlığı, daha çok devlet
harcamasını ve insanlardan daha da çok vergi alınmasını gerektirecektir. Bu
durumda daha fazla sosyal yardım parası alabilmek için daha fazla çocuk yapan
kötü niyetli insanlar hem çalışan insanları sömürmüş hem de ilgilenmedikleri
çocuklarına karşı ahlaki bir suç işlemiş olmaktadırlar. Aynı yaklaşım eğitim ve
sağlık için de ileri sürülebilir. Çocuklarının eğitim masraflarının her koşul
altında devlet tarafından karşılanacağını bilen kişi, çocuklarının eğitimi
konusunda sorumluluk alma ihtiyacı hissetmeyecek ve normalde eğitim
masraflarını karşılayamayacağı kadar çok çocuk yapabilecektir. Bu durum çalışan
ve az çocuklu nüfus üzerine sürekli daha çok vergi yükü yükleyecek ve bir
noktadan sonra dayanılmaz hale gelecektir. Ayrıca eğitilmesi gereken çocuk
sayısı arttığı ölçüde devletin gerekli olan eğitimi kaliteli bir şekilde
sağlayabilmesi de zorlaşacaktır. Sağlık konusunda ise bir insan kendi elinde
olan bir sebepten dolayı hastalansa bile devletin kendisini ücretsiz olarak
tedavi edeceğini bildikleri için alkol, sigara ve uyuşturucu gibi maddelerin
kullanımına bağlı hastalıklar artacak ve buna bağlı olarak toplam tedavi
giderleri de artacağı için insanların sırtına daha çok vergi yükü binecektir. Sosyal
devlet politikaları bireysel sorumluluk duygusunu ortadan kaldırıp sürekli
olarak başkalarının emeği ve kazancı üzerinden yaşayan bir insan grubu
yaratacak ve bu politikalar devam ettiği sürece bu insan grubu sürekli
büyüyecektir. Bunun neticesinde ise çalışan insanlar ne kadar çok çalışıp ne
kadar çok kazanırlarsa kazansınlar, hiçbir zaman kazançlarının tamamının
kendilerine ait olmayacağını bildikleri için bir noktadan sonra çalışma
performanslarını düşürüp daha az katma değer yaratmaya başlayacak, hatta
bazıları çalışmayı tamamen bırakacaktır. Bunun sonucunda artık sosyal yardım
yapılan insanlara vermek için vergilendirilecek yeterli para bulunamayacak ve
sosyal devlet tıkanacaktır.
Diğer taraftan insanların başkalarına karşı doğal
yükümlülüklerinin olduğu düşüncesinden hareketle insanlardan başkalarına
verilmek üzere rızaları dışında bir para alınmasının etik olarak doğru ve
geçerli olduğu anlayışı sorunludur. İnsanların her zaman için kendilerinden
kötü durumda bulunanlara yardım etmek gibi bir yükümlülüğünün olduğu düşüncesi,
her insanın kendisinden daha kötü koşullarda olan ya da öyle olmasa bile belli
gerekçelerle kendisinden daha kötü koşullarda olduğu iddia edilen insanlara bir
şeyler vermesi, onların ihtiyaçlarını karşılaması gerektiği sonucuna
ulaşmaktadır. Bu anlayış bireysel sorumluluğu devre dışı bırakmakta ve herkesin
sürekli olarak kendisinden daha iyi koşullarda olan ya da gerçekte öyle olmasa
bile oldukça sübjektif gerekçelerle kendisinden daha iyi koşullarda olduğunu
iddia ettiği diğer insanlardan karşılıksız olarak bir şeyler beklemesini olağan
görmektedir. Böyle bir durumda hiçbir insanın kendi hayatının sorumluluğunu
üstlenerek kendini geliştirmesi anlamlı olmayacak, herkes bir başkasından bir
şeyler bekler hale gelecek ve bunun sonucunda insani gelişim duracaktır. Bir
insanın kendisi çalışarak ve zaman harcayarak elde ettiği bir şeyi başkasına
vermek gibi bir zorunluluğu olamaz. Sahip olduğu şeyi çalışmasıyla hak eden, o
kişinin kendisidir. Bir kişinin kendi emeği ve çalışmasının ürünü olan bir
nesnede, o nesne üzerinde çaba sarf etmemiş olan bir insanın herhangi bir hak
iddia etmesi adil değildir. İnsanlar kendilerine ait olan bir şeyi ancak kendi
rızalarıyla bir başkasına vermeyi kabul ederlerse verirler. Sahip oldukları bir
şeyi başkalarına vermek istemiyorlarsa onları devlet gücüyle sahip oldukları
şeylerin bir kısmını başkalarına vermeye zorlamak etik değildir.
Bir diğer problem ise devlet eliyle yapılan sosyal
yardımların neredeyse hiçbir zaman olumlu sonuç vermeyecek olmasıdır. Bunun
temel nedeni devletin başkalarına sosyal yardım yapmak amacıyla insanlardan
rızaları dışında aldığı parayı amacına uygun olarak kullanmayabilecek
olmasıdır. İnsanların devletin uygulamalarını kontrol etmek gibi bir gücü
bulunmamaktadır. Bundan dolayı devletin iyi niyetli olacağına ve sosyal
yardımlar için vergi olarak aldığı parayı gerçekten amacına uygun olarak
kullanacağına inanmak için bir sebep bulunmamaktadır. Bir diğer sorun ise
devletin bürokrasisinin insanların gönüllü yardımlarına kıyasla çok daha yavaş
ve aksak olması ve bazı durumlarda sosyal yardımları dağıtmakla görevli devlet
görevlilerinin art niyetli bir şekilde sosyal yardımlar için toplanan parayı
gerçekten o paraya ihtiyaç duyan insanlara vermeyebilecek olmalarıdır. Bu
durumda gerçekten ihtiyaç sahibi olan insanlar mağdur olacak ve ihtiyaç
sahiplerine yardım etmek isteyen insanlar da normalde onlara gönüllü olarak
verebilecekleri para devlet tarafından kendilerinden alınmış olduğu için onlara
yardım edemeyeceklerdir. Devletin insanlardan alınan vergilerle ihtiyacı olan
insanlara sosyal yardım yapması gerektiği düşüncesi, insanların devletten daha
iyi yardım yapamayacağı inancını da içinde barındırmaktadır. Halbuki insanlar
devlete kıyasla ihtiyacı olan insanlara yardım etmek konusunda çok daha hızlı
ve verimli hareket etmektedirler. Diğer taraftan günümüzde internet, yardım
kampanyalarının büyük bir hızla insanlara ulaşmasını sağlamakta ve insanların
gönüllü yardımlarını devletin ağır ve aksak bürokrasisine kıyasla çok daha hızlı
bir şekilde ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktadır.

Yorumlar
Yorum Gönder